İstanbul'a ilk taşındığımda bir sofi idim. Bilir misiniz sofi nedir? Adıyaman Menzil cemaatine bağlı Nakşibendiler kendilerine sofi derler.
Sofilik bizde aileden gelen bir şey değil. Aksine ailem bu gibi dini grupların alayına karşıdır. Peki ben neden mi sofi oldum? Elbette ki bunun da arkasında toksik bir aşk hikayesi yatıyor.
Size daha önce kısaca Mehmet'ten bahsetmiş olmalıyım. Hayatımın tek gerçek aşkı... Tabi bu onun toksik olmasına engel değil. Zira birlikte geçirdiğimiz o bir günün ardından, tam da doğumgünümden bir kaç gün önce benden ayrıldı. Ayrılmakta haklı sayılabilecek sebepleri vardı. Ama yine de aceleci davranmıştı, ilişkimize sabır ve inanç göstermemişti. Böylece seneler sürecek bir aşk hikayesi başladı...
O gitti ben geldim, ben gittim o geldi. Birimiz ayrıldı, bağları tümüyle kopardı. Ama diğeri her seferinde yeniden konuşmanın bir yolunu buldu. Sanırım birbirimizi, gerçek manada ayrılamayacak kadar iyi tanımıştık. Ve sanırım Mehmet hep hayatımın bir parçası olacak...
Tanışıklığımızın ikinci ya da üçüncü yılını devirmiştik ki bana laf arasında annesinin ve ailesindeki diğer kadınların çarşaflı olduğunu söyledi. Zamanla aslında ne kadar dindar bi insan olduğunu gösterdi. Onu dört yıldır tanıyorken onun aslında bir tarikat üyesi olduğunu kurduğu bir cümleden çıkardım. İkindi vakti mesajlaşırken aniden sohbeti kesip "Hatme için beni bekliyorlar." dedi. Biraz duraksadım tabi, neydi ki hatme? Sonra tamam dedim kısaca, sonra görüşürüz. "Hatme ne diye sormayacak mısın?" dedi, gülümsedi. "Hayır." dedim. Sonrasında hummalı bir araştırmaya giriştim. Neydi bu hatme? Kim yapardı, ne için yapardı?
Derken Menzil'i keşfettim. Mehmet de açık açık söylemiş olabilir, net hatırlayamıyorum. Adıyaman'da artık adına Menzil denen bir köyde bir Nakşibendi tarikati olduğunu, bir sürü müridlerinin olduğunu öğrendim. Tasadüfi -ya da tevafuki- şekilde Menzil'liler çıkmaya başladı karşıma. Belki de algıda seçiciliktir, bilmiyorum. Tabi bu arada bir sene kadar çnce okuduğum bir kitabın da etkisi altında idim, Elif Şafak'ın Aşk kitabı. Kitapta anlatılan aşka aşık olduğumu düşündüm. Tekke ve zaviyeleri kapattığı, Hakikat yolunu sekteye uğrattığı için Atatürk'e kızdım. (O zamanlar işin gerçeğini görememişim.) Tarikatlerin yasaklanmasına çok içerledim. Allah'ı asla bulamayacağımı düşündüm...
Araştırmalarım uzun sürdü elbette. Önce çok da ruhani olmayan, aşikar bir şekilde para peşinde koşan toplulukları keşfettim. Hz. Mevlanan'nın sevgi dolu ve kucaklayıcı felsefesinden olsa gerek, hepsi Mevlevilik kisvesine sığınmıştı. Sonra gerçek Mevlevilere ulaştım. Derken Kadiriler, Şazeliler, diğer Nakşi kolları... O ara rebab ile tanıştım, sesi beni benden aldı. Ney üflemekten vazgeçip bir yandan da rebab eğitimlerini araştırmaya başladım.
Elbetteki gitti geldim, o kadar tarikat içinden Menzil'e katıldım. Bunu kendi özgür iradem ile verdiğim, hiç de duygusal olmayan bir karar sandım. İşin aslı öyle değildi. Tabiki Menzil'i tümüyle Mehmet'e olan hislerimden dolayı, onunla aynı ortamda olabilmek için, bunu yaparsam belki beni sever, beni hayatında eş olarak ister diye düşünerek seçmiştim.
Babamlar bu adım karşısında dehşete kapıldı, ama beni ne Menzil'e katılmaktan ne de zaman zaman orayı ziyaret etmekten alıkoyamadılar. Menzil'i ziyaret etmenin fakirin haccı olduğuna inandırılmıştım. Yalan söyleyemem, güzek ve sade günlerdi. Ben Menzil'de herhangi bir yasadışı, yanlış işle karşılaşmadım. Üstelik hizmeti tarikat büyüklerinin evinde yaptım. Buna Menzil liderinin kendi evi de dahildir.
Benim şahit olmamış olmam orada herhangi bir sömürü olmadığı anlamına gelmez. Zira şimdi baktığımda açıkça müridlere ekonomik ve psikolojik sömürü uygulandığını görebiliyorum. Yanlış anlaşılmasın, kimse girişte bilet kesmiyor, kimse elinizden zorla paranızı almıyor. Ama öyle bir psikoloji içine sokuluyorsunuz ki, siz kendiniz, bile isteye, elinizdeki imkanları bu topluluk için harcamaya başlıyor ve bundan mutluluk duyuyorsunuz.
Bu arada bir kaç ay sonra, mezun olalı iki sene bitmişken ve tam da yeni tesettüre girmişken ilk akademik işimi buldum ve Sinop'a taşındım. Birlikte işe başladığım arkadaşımın da Menzilli olduğunu öğrendim. Peteğe, sohbete, hatmeye birlikte gider olduk. İşe başlayalı sadece dört ay olmuştuki İstanbul'da daha büyük bir üniversitede kalıcı bir akademik kadro açıldı, sınavına girip kazandım. Mayıs'ta, yeni ferace giyinmeye başlamışken Sinop'tan ayrılıp İstanbul'a taşındım. Bu hayatımın en köklü değişimlerinden biriydi, farkında değildim.
İstanbul'a taşınınca ilk işim bir dergah bulmak oldu. Virdimi arttırmam gerekiyordu, bir vekil buldum ve arttırdım. Bu dergahta, şansıma, genç güruh oldukça aktifti. Ben aralarında en büyüklerinde biri olarak kalıyordum. Gençleri çekip çeviren Sare isimli bi kız vardı. Bi iki hatme sonrası yakın arkadaş olduk. Dergah Fikirtepe'deydi. Hem dergahta hem de Sare'lerin dükkanda fazlaca vakit geçirdim. Resmen Fikirtepe'de yaşıyor gibiydim. Acıkınca Sare'lerin dükkana yakın çiğköfteciden çiğköfte yerdik. Akşamları dondurma söylerdik. Pazar günleri gençlere sohbet olurdu. Haftada bir genç peteğimiz vardı. Bizim peteğin başkanı bendim. Gecekonduların arasında, ebeveynlerimin bana sunmadığı aidiyet ve sahiplenme duygularını, kendisi fakir ama gönlü zengin bu insanlardan bekledim. Onlarda babaannemin şefkatini aradım. Olmadı tabi ki, tam olarak olmadı. Elbette bir şeyler eksik kaldı...
Mehmet'e ne oldu derseniz, elbette Menzilli olduğuma, kapandığıma, üstelik ferace giydiğime şok oldu. Başta inanmadı, görüntülü konuşana dek. Fakat sonuç değişmedi, beni yine hayatında istemedi...